Ömer Seyfettin: Türk edebiyatının önde gelen hikâye yazarlarındandır.

Ömer Seyfettin: “Benim vatanımın sınırları Edirne’den başlayıp Hakkari’de
bitmez. Benim vatanımın sınırları Türkçe konuşulan yerde başlar, Türkçe
konuşulan yerde biter.” , diyerek Türkçe ve Türk’ün sınırlarını belirlemiştir.











Ömer Seyfettin Öykülerinden ..

Kızıl Elma Neresi

- Kızıl-Elma'ya...
- Kızıl-Elma'ya...
- Kızıl-Elma'yacak gideceğiz!

Zamanın Süleyman'ı, ansızın... Kükremiş bir tufan halinde akseden bu
naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan Dîvân'ın cenk
için gösterdiği kahraman arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil,
kazaskerleri, defterdarları, nişancıları, "ağa, kethüdâ, serdar, yayabaşı,
bölükbaşı, vekilharç" gibi, yeniçeri zâbitlerini, hatta solakları bile çağırmış,
hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi ".... Kafdağı'na kadar arkandan
gelmeye hazırız, padişahım!" diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç
yaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi "sefer kararı" ordu içine yayılmış olacaktı.
Otağın biraz uzağında... Küçük meşe ormanının nihayetindeki mahşerde,
deminki Dîvân'ın sevinci, büyük bir heyecan ummanı gibi kaynıyor,
kabarıyor, kabarıyor; bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yakın
ufukların bulutlu sahillerine değil, sanki bütün cihanın tâkına çarpıyordu:

- Kızıl Elma'ya...
- Kızıl Elma'ya!
- Kızıl Elma'yacak....

Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğa dayadı.
Gökten inen, mânâsı anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü.
Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. "Kızıl Elma, Kızıl Elma...." Bu ismi
şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu.
Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiyesini geri itti. Gayet çıkık, geniş
alnını, esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü.

- Kızıl Elma neresi?

Diye mırıldandı. Şarkta olsun, garpta olsun, sefere çıkarken galeyana gelen
asker hep "Kızıl Elma'ya!.." diye bağırışıyordu. Bu narayı yeniçeri
kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde, hatta İstanbul'da, sarayın
iç bahçesinde bile duymuştu. Kızıl Elma neresiydi? Üvez rengi sırmalı
perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmud'u çağırdı:

- Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri toplasın. Hemen
karşıma gelsin!
Dedi.

Yarım saat evvelki büyük Dîvân'dan çıkan vezirler, niçin yine huzura
çağırıldıklarını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı. Ahmed Paşa'yla
Hadım Ali Paşa'nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa,
Haydar Paşa, Ayas Paşa, İskender Paşa, gözleri yerlerde otağa girdiler.
Birer birer tahtın saçağını öpüp el bağladılar. Padişah, beyaz tülbent sarılı,
çifte tuğlu yusufiyesini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü
her vakitkinden daha sertti. İnce murassâ direkler üstüne kurulmuş donuk
zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu:

- "Kızıl Elma" neresi? İçinizden bilen var mı?
Suali bozdu.

- !..?...

Kimse cevap veremedi. Herkes önüne bakıyordu.

Padişah:

- Bunu sormak için sizi çağırdım, dedi, otağımızın etrafında daima bu narayı
işitiriz. İşte bakınız. Yine "Kızıl Elma'ya Kızıl Elma'ya..." diye
bağırışıyorlar.... Burası neresidir? Binlerce defa ismini işittiğim bu
memleketin neresi olduğunu öğrenmek isterim.
Tamışvar fâtihi Ahmet Paşa kekeledi:

- Viyana olsa gerek, padişahım....
Padişah, öteki vezirlere döndü:

- Öyle mi?

Ne "evet" ne "hayır" diyebiliyorlar, önlerine bakıyorlardı. Padişah, orduya
getirdiği "kaplan postlu, kurt taçlı, çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı,
tepeden tırnağa kadar demire garkolmuş, elleri kostaniçeli, ak kızıl
bayraklı", emsali görülmemiş mükemmel alayı ile iki gün evvel teveccühünü
kazanan Rumeli Beylerbeyine sordu:

- Sokullu! Sen söyle, Kızıl Elma neresi?
- "Roma" olsa gerek, padişahım!
- Ne biliyorsun?
- Öyle sanırım.
- Sanmak bilmek değildir...

Padişah, sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızıl Elma için kimi "Çin",
kimi "Maçin" diyordu. Ayas Paşa:

- Hind'dir.
Haydar Paşa:

- Sind'dir!
İskender Paşa:

- Kafdağı'nın arkası olsa gerektir.
Dedi. Büyük padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini görünce,
canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını asabiyetiyle tuttu. Âdeti olmayan
bir hiddetle kazaskerle döndü. Acı acı gülümsedi:

- Yazık sizin ilminize!

"Her şeyi biliyoruz!" sanan bu "Horasanî" kavuklu başlar uğradıkları
hakaretin altında hafifçe sallandılar. Onlar, her şeyi kabul edebilirlerdi.
Lâkin cahilliği? Asla.... Ortalarından, kara sakallı, bastı bacak, şişman bir
fakih, bir adım ilerledi. Bu hem en âlimleri, hem en cesurlarıydı:

- Padişahım! dedi, bu "Kızıl Elma", halk kullarının uydurduğu bir
efsanedir. Ne aslı vardır, ne faslı... Bir hakikat değildir ki, biz bilelim.
Halk ise, padişahım, bilmez söyler.
Zamanın hâkim Süleyman'ı altın koltuğa dayalı elini kaldırdı:

- "Halkın dediği! Hakkın dediği!"

Bodur kazasker, bu sözden bir şey anlamadı.

Padişah devam etti:

- Bu bir hakikattir! Mademki halk söylüyor; halktan gelen ses, Hakk'ın
sesidir! Ona efsane denmez. Mutlaka bir aslı vardır. Fakat siz
bilmiyorsunuz....
- Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yoktur ki, müsemmâsı olsun...
- Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yok diyorsun....
- Evet padişahım.
- Lâkin örfte yok mu?

Fakih düşündü. Önüne baktı. "Yok!" diyecekti. Fakat işte sefer eğlentisi
yapmaya başlayan büyük ordunun velvelesi içinde "Kızıl Elma'ya" naraları
birbiri arkasına çakan şimşekler gibi gürlüyordu. Asker yalnız sefere gideceği,
muharebeye gireceği zaman değil, hatta şımardığı, isyan ettiği vakitlerde bile
bu narayı savurmuyor muydu? Bu daima taşan, kabaran, coşan bir kuvvetin
ne olduğu bilinmeyen bir gayesi idi. Daha medresede minimini bir çömezken
sipahi, yeniçeri bölüklerinin bu narayı bastıklarını işitirdi. Bunu iyice
hatırlıyordu. Ama, aslının ne olduğunu merak edip öğrenmemiş, okuduğu
metinlerde bu isme dair bir şeye rastgelmemişti. Yutkundu. Önünde bağlı
duran ellerini sıktı. Artık "Kızıl Elma örfte yoktur" diyemezdi. Çünkü...
İşte.... Duyuyordu!

- Var padişahım!
Dedi.
- Öyleyse müsemmâsı da var.

Fakih sustu. Kızardı. Bir adım geriledi. Yine önüne baktı. Örfün
hakikatini şeriat da tasdik etmiyor muydu? Padişah, bunu bilen
fâzıllardandı. Karşısında safsataya imkan yoktu. Öbür kazaskerler
arkadaşlarının mağlubiyetine bakarak, ağız açmadıklarına için için
seviniyorlar, "Sükût sözden hayırlıdır!" hikmetini hatırlıyorlardı. Padişah
yine acı acı güldü:

- Dünya ne tuhaftır! dedi. Siz işte bu halkın başlarısınız. Bu halkı idare
edersiniz. Halbuki onun istediği şeyin ne olduğunu bilmezsiniz..
- !

Lâkin hâkim padişah, kahraman, ârif, fâzıl, şâir olduğu kadar da insaflıydı!
Her şeyi evvela kendi nefsinde muhakeme eder; her hükmü, her kararı
vermezden evvel bir kere kendi vicdanından geçirirdi. Huzurundaki kulları
sualine bir cevap bulamamaktan kıvranırlarken, o da sıkıldı. "Derûnî lisanla"
kendi kendine sordu:

"Ey Süleyman! Bunlara sorduğun şeyin ne olduğunu acaba kendin bilir
misin?"
"Bilmem ama.."
"Ama?"
"...Sezerim!"
Azıcık ferahladı. Sezdiğini düşünmeye başladı. Bu, tabiatın, ilmin, irfanın
ötesinde bir hakikattı. Evet, işte "Kızıl Elma", ne olduğunu sanki biliyor,
fakat söyleyemiyordu. Halbuki bu vezirler, kazaskerler, beylerbeyleri....
Hayır, hiçbir şey sezmiyorlardı. Birisinin lafı ötekininkine uymuyordu. Kimi
Çin, kimi Hind, kimi Sind, kimi Viyana, kimi Roma diyordu. Kızıl Elma
bunların hiçbiri değildi! İçinden:

"Belki hepsinden daha kıymetli bir yer!"
Dedi. Sonra, utançlarından kızaran kullarına sordu:

- Kızıl Elma'nın neresi olduğunu kimden öğrenebiliriz?

Herkes önüne bakıyor, yanlış bir şey söylememek için kimse ağzını açmıyordu.
Yalnız İskender Paşa:

- Padişahım! dedi, kazasker kullarının ilimleri kitaptandır! Vezir
kullarınla, biz kölelerine gelince... Öyle derin âlimlerden değiliz! İşte ne
kadar bilgisiz olduğumuz sual-i hümâyûnunuzla meydana çıktı. "Bin âlimin
bilmediğini bir ârif bilir" derler. İrade buyurun. Bir ârif bulalım. Ona
sorun.
- Ârif kimdir?
- Bilmeyip sezen, padişahım...

Sonra İskender Paşa, saf bir askerin basit mantığı ile "Kızıl Elma, Kızıl
Elma!" diyen halkın mutlaka bir şey murad ettiğini, kuşların ötüşünde bile
kendi dillerince bir mânâ olduğunu söyledi. Kısa boylu, inatçı kazasker,
halkın ne söylediğini, ne istediğini asla bilemeyeceğini tekrar iddia etti.
Padişah, İskender Paşa'ya, çıkıp gizlice ordunun içine girmesini, nümâyiş
alayında bağıranlardan rasgele üç kişi tutup huzuruna getirmesini irade
etti. İskender Paşa çıkınca padişah kazaskerlere örfe dair ayrı ayrı sualler
sormaya başladı. Vezirlerle beylerbeyleri, anlamadan, dinliyorlardı.

İskender Paşa, biraz sonra, otağa girdi:

- Üç kişi tuttum, padişahım!
Dedi.

- Evvela bir tanesini getir bakalım.

İskender Paşa, otağın mehâbetinde ürkerek sapsarı kesilmiş, başında
perîşânîsi dağılmış, tirtir titreyen bir adamı soktu. Bu, uzun boylu, pala
bıyıklı, kuvvetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılığı yapan serserilerden
biriydi. Otağ kapısının dışındaki kapıcıların öğrettikleri gibi, tahta doğru
gitti. Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, dizüstü kaldı.
Padişah sordu:

- "Kızıl Elma, Kızıl Elma" dersiniz, bu, neresi?
. . . . . Garip, işledim sandığı cürümden beraat için:

- Herkes bağırır, padişahım. Ben de bağırdım, dedi.
- Neye bağırdığını sormam. Kızıl Elma neresidir? Onu söyle!
Garip tereddüt etmedi:

- Padişahımızın bizi götüreceği yer!
Dedi.

- Orası neresi?
- Padişahımız bilir.

Padişah, İskender Paşa'ya döndü:

- İkincisini getir bakalım!
Dedi.

Dizüstü duran garip, vezirlerin işaretiyle kalktı. Geri geri gitti. Perdenin
yanında dikildi. Bu sefer huzura getirilen, tıknaz, esmer, beyaz keçeli,
afacan bir yeniçeri neferiydi. Serbestçe yürüdü. Saçağı öptü. Kalktı, el
bağladı. Padişahın "Kızıl Elma neresi?" sualine, düşünmeden:

- Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer... Padişahım! cevabını verdi.
- Orası neresi?
- Sen bilirsin padişahım!

İskender Paşa üçüncüyü huzura soktu. Bu, geniş omuzlarına batarasının
uçları düşen genç bir bostancıydı.

- !
- Kızıl Elma neresi?
- Atınızın gittiği yer... Padişahım!
- Orası neresi?
- Neresi olduğunu ancak padişahım bilir...

Evet... Orası ne Hind ne Sind, ne Çin ne Maçin, ne Viyana, ne de
Romaydı. Padişah, huzurundakilere:

- Gördünüz ya, dedi, üçünün de cevabında bir fark yok. Hakikat bir! "Kızıl
Elma" benim gitmek istediğim yer, işte... Hakk'ın beni göndereceği yer...

Doğruyu söyleyen bu üç kişiye hemen üçer yüz kese akçe ihsan etti. Artık
"Kızıl Elma'ya, Kızıl Elma'ya" naraları çoğalıyor, taşıyor, daha ziyâde
yaklaşıyordu. Padişah, birdenbire, Hakk'ın kendini göndereceği yeri düşündü.
Nihayeti bulunmaz Hak yolunun, hakikat yolunun gittiği "Kızıl Elma"
denen bu cennet karşısında, Viyana, Roma, Hind, Sind, Çin, Maçin
birtakım fâni harabelerden başka bir şey miydi? Başını salladı. Arkasına
dayandı. İri siyah gözlerini ufalttı. İlahî, manevi bir zevke varmış gibiydi!
Müdebbir vezirlerinin, âlim kazaskerlerinin, kahraman beylerbeylerinin
tekrar saçak öpüp çıkışlarını görmedi bile... Otağın kapısında, onlar da
şimdiye kadar asla ulviyetinin, mehâbetinin farkında olmadıkları muazzam bir
manzara karşısında donup kaldılar; sefer eğlentisi yapan yüz binlerce asker,
kol kol olmuş, cirit oynayarak, kaynaşarak otağ etrafında geniş bir daire
çeviriyorlar:

- Kızıl Elma'ya...
- Kızıl Elma'ya...
Naralarıyla, sanki hayalin eremeyeceği derecede yüksek, pek yüksek bir arşa
doğru... Kalkanlardan kanatlarıyla uçmaya hazırlanıyorlardı!