ÖMER SEYFETTiN



 


FORSA


AKDENİZ'in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına bakan küçük tepe,
minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca
gölgeleri sahile inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş
olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı
geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki harabe
vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki yıkık kulübenin kapısız girişinden
bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş
gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin
duran denize baktı, baktı.

- Hayırdır inşallah! dedi.


Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı.
Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğurulmuş
gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle
denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama görünürde bir şey
yoktu.


Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken
geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı
geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta
korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek çekti.
Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış
yaşadı. Yirmi yılın yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun
granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi yıl
içinde birkaç kez halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Ama onun çelikten daha
sert kaslı bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığı için.
üzülüyordu. Hep güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye
çevirir, beş vakit namazı gizli işaretle yerine getirirdi. Elli yaşına gelince,
korsanlar onu, "Artık iyi kürek çekemez!" diye bir adada satmışlardı.
Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya
şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Aptes alabiliyor, tam
kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua
edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit'e kavuşmaktı. Otuz yıl
içinde bir an bile umudunu kesmedi. "Öldükten sonra dirileceğime nasıl
inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme
kavuşacağıma öyle inanıyorum!" derdi. En ünlü, en tanınmış Türk
gemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza
doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rastgeldiği ıssız
adalardan vergiler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif
gemisiyle yenmişti. O zamanlar Türkeli'nde nâmı dillere destandı. Padişah
bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti. Çünkü o, Hızır
Aleyhisselam'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki,
üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları
tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını,
işte bu, yılı bir büyük günle bir büyük geceden oluşan başka dünyadan
almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken deniz
ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale'yi geçerken doğmuştu.
Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini
unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? kırk yıldır, yalnız taht
yerinin, İstanbul'un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. "Bir
gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım" diye düşünürdü.
Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu özgür
kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı, Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın
içindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra
kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp
dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi
de artık onu istemiyordu. Nereye gidecekti?


Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk yıllık
bir rüya... Türklerin, Türk gemilerinin gelişi... Gözlerini kurumuş elleriyle
iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet, geleceklerdi, kesindi bu,
buna öylesine inanıyordu ki...

- Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu. Kulübe duvarının dibine
uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her yanı
parlatıyordu. Martıların, "Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya
geliyorlar!" gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar
taşlarının arkasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan
giysinin içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı
tutsak rüyasında, ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu.
Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan
tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin yansımasıyla parlıyordu. Bizimkiler!
Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler
kaçıştılar. Limana baktı. Gerçekten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti.
Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini
açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunla~ Türk
gemileriydi. Kıyıya yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı.


"Acaba rüyada mıyım?" kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken rüya görülür
müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı. Yerden sivri bir, taş parçası
aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu.
Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından
birdenbire çıkıvermiş olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü.
Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kaleye doğru
ilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı. Birden
kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan
yürüdü. Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir
ihtiyarın kendilerine doğru koştuğuna görünce:

- Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı:
- Ben Türk'üm, oğullar, ben Türk'üm.
- ...
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca
önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline
bakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanı dinince sordular:

- Kaç yıldır tutsaksın?
- Kırk!
- Nerelisin?
- Edremitli.
- Adın ne?
- Kara Memiş.
- Kaptan mıydın?
- Evet...

İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. "Bey'e
haber verin!... Bey'e haber verin!" diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına
girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük
bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun kahramanlık serüvenlerini
bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten
şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan
attılar. Başına bir kavuk koydular.
- Haydi, Bey'in yanına! dediler.
Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük geminin kıçına doğru yürüdü.
Kara palabıyıklı, sırmalı giysisinin üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir
adamın karşısında durdu.

- Sen kaptan Kara Memiş misin?
- Evet! dedi.
- Hızır Aleyhisselam'ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?
- Benim.
- Doğru mu söylüyorsun?
- Niye yalan söyleyeceğim?
- Aç bakayım sağ kolunu. ,

İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey'e uzattı. Pazısında
haç biçiminde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir
adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.

- Ben senin oğlunum! dedi.
- Turgut musun?
- Evet...

İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu, ona:

- Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal, dedi.

Eski kahraman kabul etmedi:

- Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.
- Çok yaşlısın baba
- Ama yüreğim güçlüdür.
- Rahat et! Bizi seyret!
- Kırk yıldır dövüşü özledim.

Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını, sevdiklerini göremeden seni tekrar
kaybetmeyelim baba diye yalvararak, öptü. İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünü
kabarttı, daha bir gençleşmiş gibiydi. Bayrağı işaret ederek:
- Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer
değil midir? dedi.